İki yıldır devam eden pandemi nedeniyle görünürlüğü iyice artan ekonomik ve siyasi problemler insanların yaşam standartlarını aşağıya çekmeye devam etmektedir. Dünyadaki bazı ülke yönetimleri vatandaşlarının sorunlarına kalıcı çözümler sunmak yerine gündemi toplumun asıl problemlerinden uzaklaştırmak için hamasi söylemler kullanmaktadır. Dünya gerçeklerinden uzaklaşmış popülist yönetimler, hem iç siyasette milliyetçilik üzerinden kendilerine meşruiyet kurabilmek hem de insanlara sundukları hayal dünyasında herkese meydan okuyormuş gibi bir algı oluşturmak için bu tür söylemler kullanmaktadır. İnsanların önyargılarından ve korkularından beslenen hamasi siyaset anlayışı kendine yer bulduğu her toplumda ayrışma ve ötekileştirmeyi beraberinde getirir. ‘Ya bendensin ya da düşmansın’ gibi ifadeleri dillerinden düşürmeyen siyasiler halkı da nefret diline alıştırarak kendinden olmayanı, farklı düşüneni ‘hain’ görme ve gösterme noktasına kadar gelirse, ülkede asıl konuşulması gereken sorunlar göz ardı edilir. Ne yazık ki bizim halkımız da dönem dönem bu tür hamasi söylemlere maruz kalmaktadır. Cumhuriyetin ilan edildiği ilk günden bu yana kasıtlı olarak ülkemiz bölünüp, parçalanmak isteniyor algısı oluşturulup hem Türk hem de Kürt halkının bilinçaltına bu korku zerk edilmiş ve böylelikle kimileri kendilerini bu ülkenin tek sahibi gibi görerek diğerlerini dışlayıp düşman bellemiştir. Ne zaman iç siyasette işler ekonomik ve siyasi açıdan yolunda gitmese, halk manipüle edilip, hızlı bir şekilde tüm ülkede gündem değiştirilmek istense, birileri hamaset sazını alıp yalanlarına başlamaktadır.
Ekonomi ve Dış Politika Hamaset Kaldırmaz
Dış politikayı hamasetle okuma sevdası ülkeler arasındaki ilişkilere en çok zarar veren hususlardan biridir. Mantığı ve gerçekçiliği bir kenara bırakıp duygusal bakılan her dış politika ilişkisi zincirleme hatalara yol açar. Hamasi ve duygusal değerlendirilmiş her ilişki de sonunda hayal kırıklığı ve önceden yapılan açıklamalardan geri adım atmayı beraberinde getirir ki, bu da ülkenin güvenilirliğini ve irtibatını zedeler. Din kardeşliği, mezhepçilik, kavmiyetçilik ya da İbn Haldun’a özgü ifadeyle assabiyet (sadece aynı soydan insanlarla yardımlaşma) üzerine dış politika inşa edilmesi telafisi daha sonra zor başarısızlıkları beraberinde getirir.
Her ülkenin gerek komşuları gerekse diğer ülkelerle dönemsel ve çıkar üzerine kurulu dostlukları ve problemleri vardır. Bu sorunlara bürokratik ve gerçekçi çözümler üretip, ilişkileri bu çerçevede geliştirmek yerine dış politikaya da hamaset karışması, karşımızdaki muhataplarla iplerin koparılması, ilişkilerin kesilmesi olan biten gelişmeler karşısında bizi sadece seyirci yapacak ve hızlı gelişen olaylara müdahale etmemizi güçleştirecektir. Örneğin, Türkiye 2000’li yılların başında attığı siyasi ve ekonomik adımlarla hem iç hem de dış politikada önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Bu dönemde Batı ve Orta Doğu ülkeleri ile kurduğu mantıklı ilişkiler Türkiye’yi bölgesel önemli bir ülke haline getirmiştir. Avrupa Birliği ile uyum sürecinin ve ekonomik gücümüzün yükselişte olduğu zamanlar bu süreçte sağlam zemine oturtulan ve akıl çerçevesinde değerlendirilen bazı kararlar neticesinde olmuştur. Ancak sözde Arap Baharı sonrası yapılan tercihler bazı tıkanmaları beraberinde getirmiştir. Bu gelişmelerin ardından iç siyasette kutuplaşma ve gerginlik artarken, düşünce ve ifade özgürlüğünde, hukuk ve şeffaflık gibi hususlarda güvenilirliğimiz azalmıştır. Hepsi birbirini tetikleyen bu olaylar zincirinde daha sonra sadece paramız değer kaybetmekle kalmamış, birçok yetişmiş insan ve genç beyinler de ülke dışına çıkmaya devam etmektedir. Velhasıl, Türkiye sadece ekonomik olarak değil sosyo-kültürel açıdan da çoraklaşmaktadır.
Alınan kararlar iç politikada böyle gözlemlenirken, Türkiye bölgesel olarakta yalnızlaşmıştır. Son zamanlarda yaşadığımız yalnızlığın en büyük örneğini Doğu Akdeniz’de hakkımız olan doğal gaz arama ve bulunan bölgenin parsellenme sürecinde görmekteyiz. Mısır ve İsrail ile olan diplomatik ilişkilerimizi koparmamız neticesinde burnumuzun dibinde alınan kararlara ve ötekileştirilmeye göz yumma noktasına geldik. Aynı eksende Türkiye’nin bu süreçte dış politikadaki yalnızlığından en çok faydalanan ülke Yunanistan olmuştur. Öncesinde alabileceğimiz mantıklı kararlarla Ege’de yaşadığımız sorunlar haricinde, Akdeniz’de masada söz sahibi dahi etmememiz gereken bir ülkenin, başta Mısır ve İsrail ile doğal gaz anlaşmaları yapıp daha sonra birçok aç gözlü, emperyalist doğalgaz şirketini sınırlarımıza getirmesine ses çıkaramadık. Her ne kadar son zamanlarda hamasi söylemleri bir kenara bırakıp başta Libya ile deniz yetki anlaşması imzalamamızın yanı sıra ardından Mısır ve İsrail ile diplomatik ilişkileri normalleştirmeye başlasak bile iç siyasette yaşadığımız ekonomik daralma ülkece asıl odaklanmamız gereken sorunları görmemizi engellemektedir.
Hamasi ve popülist açıklamalar toplumun beklentilerine, tarihsel bir süreçte oluşan ruhsal yaralarına, gururlanmalarına ve mutluluklarına yönelik olduğundan insanların algılarını etkileyip geçici bir mutluluk sunabilir. Oysa içerisinden geçtiğimiz bu süreçte bizim rasyonelliğe (gerçekçilik) ve şeffaflığa ihtiyacımız var. Gerçekçilik ise aykırı seslerin susturulmayıp, eleştirel düşünce ortamının oluşturulması ile elde edilir. Eleştirel düşüncenin olmadığı yerde, biatçılık ve nepotizm ortaya çıkar. Toplum olarak yüzleştiğimiz sorunlara ancak ülke içinde birbiriyle aralarında ideolojik ya da başka fikir ayrılığı olan her kesimle uzlaşarak, işçi/çiftçinin hakkını tam verip, sanayileşme ve tarımsal üretime dayalı ekonomik kalkınma modeli esas alınıp, hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edilmesi ile kalıcı çözümler bulabiliriz.